12 Eylül öncesinde terör bütün ülke sathına
yayılmıştı. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adanagibi büyük
şehirlerde, eğitim kurumları ve üniversitelerde gençlik
üzerine oynanan oyunlar,zamanla fabrikalara, iş
yerlerine ve mahallelere taşınmış, böylece halkı
tedirgin etmek ve sosyalhayatı kargaşaya düşürmek
amaçlanmıştır. Nitekim kurtarılmış okullar, iş yerleri
ve mahalleler ortaya çıkmış, devlet otoritesi ve halkın
huzur ve sükûnu bozulmuştur. Büyük şehirlerde ideolojik
çatışmalarşeklinde cereyan eden olaylar Anadolu'da
mezhep ve etnik çatışmalara doğru yönlendirilmeye
çalışılmış ve bir ölçüde de bunda başarı sağlanmıştır.
Özellikle, İskenderun, Adana, Maraş, Sıvas, Çorum ve
Ordu çizgisinde gelişen terör olayları bu açıdan dikkate
değer olaylardır. Sol ve bölücü örgütler bu hatta
Alevî-Sünnî, Kürt-Türk çatışması gibi göstermeye
çalıştıkları eylemleriyle, Türkiye'yi ortadan ikiye
bölen bir plânı yürürlüğe koymuşlardır. 1977 Maraş
Olaylarında ölü ele geçen sünnetsiz teröristlerin Ermeni
olmaları bu olaylarda dış tahrikçilerin rolünü ortaya
koyacaktır. Aynı senaryo, Çorum ve Sivas'ta da
tekrarlanmış ve ülkücülerin Alevîlere saldırısı gibi
olay provake edilmeye çalışılmıştır. Ne yazık ki, 12
Eylül idaresi de bu provokasyonu mahkemelerde
"kanıt"lamaya çalışmıştır.
Türkiye'de
terörün nihaî hedefinin bir iç savaş çıkararak, Türkiye
Cumhuriyeti'ni ortadankaldırmak olduğu artık hepimizin
malumudur. Özellikle 1 Mayıs 1977'deki hadise ve
KahramanmaraşOlayları ile yeni bir hız ve kimlik kazanan
terör ve anarşi, önce komünizmi gerçekleştirme
yönündekarşısında en büyük engel olarak gördüğü ülkücü
kişi ve kuruluşları, ardından da tüm demokratik yapıyı
ve halkımızı hedef alacaktır. 5.000'den fazla
insanımızın canına mal olan bu terör ve anarşinin
ardında hiç şüphesiz iç ve dış mihrakların önemli bir
rolü bulunmaktadır. Aynı silâhlarla hem sağ hem sol
görüşlü kişilerin öldürülmesi, faili meçhul kalan
olaylar ve ölümler ve 11 Eylül'de oluk gibi akan kanın
12 Eylül günü bıçakla kesilmiş gibi durması bu büyük
oyunun emareleridir. MHP davasında da görüleceği gibi
pek çok olayın, milliyetçilere mal edilmeye çalışılması,
amacına tam olarak ulaşamayan "sistemin intikamı" olarak
nitelendirilebilir.
12 Eylül
darbesini daha iyi anlayabilmek için iç ve dış siyasî
gelişmeleri de iyi bilmekgereklidir. Çünkü Türkiye'yi 12
Eylül'e götüren anarşi ve terör olayları dış
gelişmelerle paralele bir seyir takip etmiş ve iç siyasî
gelişmelerdeki istikrarsızlıkların körüklediği
anarşi ortamında, demokrasi dışıeğilimlerin amaçlarına
erişmelerine hizmet etmiştir. Anarşi ve terör
ülkücü-milliyetçi düşüncenin gelişmesi önünde en büyük
engeldir. Çünkü milliyetçilik, bütün bir milleti
kucaklayan birleştirici bir unsurdur ve bu fikir ancak
daha demokratik bir düzende gelişip
serpilebilir.
Erol
Güngör'ün de belirttiği gibi Milliyetçilik halka dayanan
bir hareket olduğu için millîiradeye azamî serbestlik
tanımak, yani demokratik olmak zorundadır O hâlde
12 Eylül'e yani bizi kaosa sürükleyen özellikle sol ve
bölücü teröre karşı çıkmak, 12 Eylül idaresini "meşru"
kabuletmemizi veya desteklememizi gerektirmez. Alparslan
Türkeş'in beyanları da bu fikir
doğrultusundaolmuştur.
12 Eylül
öncesindeki dış siyasî gelişmelerin Türkiye'yi yakından
ilgilendirdiği aşikârdır.Sovyetler Birliği ve Amerika
Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya
çıkan soğuk savaşDöneminde kendi ideolojilerini hâkim
kılmak için sürekli çekişmişler ve 1970 başlarında
dengeleriSağlamak maksadıyla "detant" (yumuşama) ilân
etmişlerdi. Silâhsızlanma görüşmeleri (SALT-I,II)
veYumuşamanın ardında yeni bir "paylaşım" mutabakatı söz
konusudur. Nitekim 70'lerin ortasındaki Orta Doğu
gelişmeleri, İran ve Afganistan olayları böyle bir
döneme rastlar. Amerika'nın bölgedekigücünü, Sovyetler
aleyhine artıran Mısır-İsrail arasındaki Camp David
Antlaşmasının ardından(1979), İran'da şah rejimi
devrilir ve Humeyni liderliğinde şeriat devleti kurulur
( Şubat 1979). Bu gelişme şüphesiz Amerika'nın
çıkarlarına ters düşmektedir. Çünkü o zamana kadar İran,
Amerika'nın bölgedeki en yakın müttefikidir. Aralık
1979'da Sovyetlerin Afganistan'ı işgali ve burada kukla
bir hükûmet kurması da Batı için olumsuz bir
gelişmedir.
Dış
siyasî gelişmelerin yanı sıra iç siyasetteki gelişmeler
de 12 Eylül Harekâtı'nın gerçekleşmesi yolunda önemli
bir yer tutar. 12 Mart hükûmetlerinin ardından 1973
yılında yapılan ilk seçimlerde, İnönü'ye karşı giriştiği
liderlik yarışını kazanan Ecevit, büyük bir başarı elde
ederek 185 milletvekili ile CHP'yi birinci parti
konumuna getirmişti. Muhtıra sonunda kapatılan Millî
Nizam Partisi'nin yerine kurulan Millî Selâmet Partisi
ile oluşturulan Ecevit-Erbakan koalisyon hükûmeti bir
yandan Kıbrıs'a çıkarma yapma başarısını gösterirken
diğer yandan "genel af" ilân ederek, 1971 öncesinin
bütün militanlarını sokağa salmışlardır. Türkiye'de
anarşinin yeniden başlamasında şüphesiz bu genel affın
büyük katkısı olacaktır. Anarşinin canlanmasındaki diğer
bir unsur ise "siyasî iktidarsızlık" olmuştur. 12
Mart'tan, 12
Eylül'e
uzanan 9 yılda tam 10 hükûmet kurulmuş ve yıkılmıştır.
Bu hükûmetler şunlardır:
1-I.Erim
Hükûmeti (Nisan 1971-Aralık 1971)
2-II.Erim
Hükûmeti (Aralık 1971-Nisan 1972)
3-Ferit Melen
Hükûmeti (Nisan 1972-Nisan 1973)
4-Naim Talu
Hükûmeti (Nisan 1973-Şubat 1974)
4-I.Ecevit
Hükûmeti (Şubat 1974-Ekim 1974)
5-Sadi Irmak
Hükûmeti (Kasım 1974-Mart 1975)
6-I.Milliyetçi
Cephe (MC.) Hükûmeti (Mart 1975-Mayıs
1977)
7-II.Ecevit Hükûmeti (Haziran 1977-Temmuz
1977)
8-II.MC Hükûmeti (Ağustos 1977-Aralık
1977)
9-III.Ecevit Hükûmeti (Ocak 1978-Ekim
1979)
10-Demirel Hükûmeti (Kasım 1979- Eylül
1980) irmez. Alparslan Türkeş'in beyanları da
bu fikir doğrultusunda olmuştur.
1975
yılında MHP, AP, CGP ve MSP'nin oluşturduğu bir
milliyetçi partiler koalisyonu kurulmuş ve bu koalisyon
hükûmeti bu dönemin en uzun hükûmeti olma özelliğini
kazanmıştır. Ancak terör grupları, bazı medya ve
siyasîler, özellikle Türkeş'in iktidara ortak olmasını
kendileri açısından mahzurlu bulduklarından faaliyete
geçmekte gecikmemişlerdir. Sol örgütler, anarşi ve
terörü tırmandırırken, bazı medya organları ve siyasîler
ölçüsüz bir muhalefet sergilemişlerdir. Bu ortamda
gidilen 1977 seçimlerinde CHP, 213 milletvekiliyle büyük
bir oy patlaması göstermiş, MHP ise 3 olan milletvekili
sayısını 16'ya çıkarırken oy oranını %67 oranında
artırarak, seçimin asıl başarılı partisi olmuştur.
Ecevit, Milliyetçi Cephe iktidarını yıpratmak için aşırı
sola büyük tavizler vermenin sıkıntısını sonraları daha
çok hissedecektir. İktidara geldiğinde "Ben size
kapıları açacağım, kapıları kırmanıza gerek yok " diyen
Ecevit, 11'ler Olayı diye bilinen, "Güneş Motel"
pazarlıklarıyla, milletvekili transferlerini gündeme
getirmiş, bu örneklerle ne denli bir "iktidar hırsı"na
sahip olduğunu göstermiştir. İktidar hırsının, memlekete
verdiği zararın ne ölçülere vardığını bazı siyasiler
idrak edememişlerdir. Partisinin ambleminde yer alan
"anahtar"ı, siyasî hesapları için sıkı sıkı elinde tutan
Erbakan, parlâmentonun kilitlenmesinde önemli bir
rol oynamıştır. "kerhen" verdiği desteklerle, "kadayıfın
altının kızarmasını" bekleyen politikalarıyla Erbakan,
Ecevit ve Demirel hükûmetlerinde ölçüsüz istek ve
taleplerde bulunurken, kadayıfın değil, ülkenin
yanmasına vesile olacaktır.
Demirel ise, Ecevit ile olan siyasî
çekişmelere o kadar dalmıştır ki, yangının farkına
dahi varamamıştır. Sokaklar savaş yerine dönerken o
"Yollar yürümekle aşınmaz" diyerek kayıtsızlığını
göstermiştir. Patlak veren petrol krizi ve buna bağlı
olarak bozulan ekonomi, aşırı zamlarla telâfi edilmeye
çalışılmış, bu da gelir adaletsizliğini ve
yoksulluğu beraberinde getirmiştir. Temel ihtiyaç
maddelerinin yokluğu, uzun kuyruklar ve kara borsa
özellikle Ecevit hükûmetlerinde artık "kanıksanır" hâle
gelmiştir. Çünkü geçim derdindeki halk aynı zamanda, can
derdine düşmüştür. Özellikle 1977'den itibaren anarşi ve
terör büyük bir hız kazanarak ülkeyi yaşanmaz bir hâle
getirmiştir.
Devlet otoritesinin zaafa uğraması ve
siyasî istikrarsızlık milleti uçurumun kenarına kadar
sürükleyecektir. Bölücü ve yıkıcı unsurlar millet ve
devletin varlığını tehdit etmeye başlamış, kurtarılmış
mahalleler hatta şehirler ortaya çıkmıştır. Sabah
evinden çıkan bir gencin akşam evine gelebilmesi onun en
büyük mutluluğu olmuştur.
Ülkenin huzur ve sükûnunu yeniden sağlamak için
demokrasi içerisinde kalmak kaydıyla, sıkıyönetimin ilan
edilmesi ve siyasî uzlaşmanın parlâmento içerisinde
sağlanması, artık kaçınılmazdı. Alparslan Türkeş, bu
vahim durum karşısında sıkıyönetim ilân edilmesini
sürekli olarak öne sürerken, muhalifler onu askerî rejim
taraftarı olmakla itham etmekteydi. Fakat müessif
Kahraman Maraş Olayları ile bölücü ve yıkıcı unsurların,
ülkede bir kardeş kavgası çıkarma niyetleri açığa
çıkarınca, Ecevit sıkıyönetimi ilan etmek zorunda kaldı.
Ancak sıkıyönetim akan kanı durdurmakta istenilen
başarıyı gösteremedi.
Sıkıyönetime rağmen olaylar tırmanıyor
veya tırmandırılıyordu. Belki de birileri parlâmento ve
siyasîlerin irade zaafiyetlerini, bu olaylarla halka
teşhir ettirerek, halkın siyaset ve siyasetçiden
ümidini kesmesini bekliyordu. Ülkedeki olaylar birileri
tarafından seyrediliyor ve âdeta zaman kollanıyordu.
İnsanlarımız bir yandan komünist terör,diğer yandan
ekonomik terörle yaşama savaşı verirken;bir grup "hain
adam" ise, kendi iktidarlarının önünün açılması ve
batılı ağabeylerinden muhtemel bir harekette "okey"
alabilmek için, akan kanın çoğalmasını bekliyordu.
Elbette anarşi ve terör böyle bir vasatta, milleti
sistemden soğutabilmede etkili olurdu. Parlâmento ve
partilere olan güvensizlik, siyaset ve siyasetçiye
"kötü" gözle bakılmasına, dolayısıyla demokrasi
kurumlarına "soğuk" ve "kayıtsız" kalmayı beraberinde
getirecektir.
İşte bu tehlikenin farkına varan
Alparslan Türkeş, kilitlenen cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde uzlaşmacı bir tavır sergileyerek,
parlâmentonun bir an evvel cumhurbaşkanını seçmesi için
CHP'ye dahi teklifler götürmüş, partilerin uzlaşması
için çağrıda bulunmuştur. Cahit Karakaş'ın meclis
başkanı seçilmesinde de parti kaygısını bırakıp, devlet
menfaatlerini gözeten yine Alparslan Türkeş ve partisi
MHP olmuştu.
Genelkurmay
Başkanı Kenan Evren, Erzurum'daki bir askerî tatbikatta
siyasîlere olan güvensizliği ve terörün boyutlarını
vurgulayarak, üstü kapalı bir uyarıda bulunmuş ve darbe
koşullarının oluştuğunu bu konuşmasıyla ima
etmiştir.
Ancak
MSP'nin Konya mitinginden sonra kuvvet komutanları ülke
yönetimine el koymaya artık tamamen karar vermişler ve
nihayet 12 Eylül 1980'de askerî hareket sonucunda
Silâhlı Kuvvetler ülke idaresini üslenmiştir.
11
Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan gece 03.00'te Ankara ve
bütün Türkiye tank sesleriyle uyanmış, Genelkurmay
Başkanı Kenan Evren beraberindeki dört kuvvet komutanı
ile TRT'den halka hitap ederek ordunun yönetime el
koyduğunu açıklamıştır. Org. Kenan Evren, ordunun
iç hizmet kanununda yer alan "Cumhuriyeti koruma ve
kollama" görevine dayanarak, yönetime niçin el
koyduklarını anlatan konuşmasında, ülkenin bir kardeş
kavgasına sürüklendiğinden ve siyasîlerin bu durum
karşısında üzerlerine düşeni yapmadıklarından bahseder.
Kenan Evren'e göre, silâh arkadaşlarının yönetimi ele
alma gibi bir amaçları yoktur ve sadece şartların
zorlamasından dolayı 12 Eylül Harekâtı'na
gidilmiştir.
Hâlbuki,
kendi hatıralarında da belirttiği gibi 11 Eylül gecesi,
özellikle MHP Genel Merkezi'ne plânlı bir operasyon
düzenlenmiş, emri alır almaz bütün askerî birlikler
harekete geçirilerek, önemli noktalar tutulmuştur.
Dolayısıyla, 12 Eylül Harekâtı çok önceden plânlanmış ve
uygulamaya konulmuştur.
Nitekim Türkiye'ye
henüz büyük elçi atanmadan ABD Büyükelçisi Hupe,
"Askerlerin yönetime el koyması beni şaşırtmamıştı"
diyerek, aslında darbeden daha evvel haberdar
olduklarını ima etmiştir. 12 Eylül Harekâtı ile
parlamenter demokratik hayat rafa kaldırılmış ve ülke
Genelkurmay ve kuvvetkomutanlarından oluşan "Millî
Güvenlik Konseyi" tarafından yönetilmiştir. Konsey
üyeleri, Kara KuvvetleriKomutanı Org. Nurettin Ersin,
Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Deniz
Kuvvetleri KomutanıNejat Tümer ve Jandarma Genel
Komutanı Sedat Cilasun'dan ibaret olup, Genelkurmay
başkanı KenanEvren konsey başkanı ve daha sonra da
devlet başkanı sıfatlarını kullanacaktır. Konsey, ilk
icraat olarak,parti başkanlarını ve bazı üst düzey
yöneticilerini gözetim altına almış ve bu hareketi de
onların cangüvenliğini sağlama gerekçesi ile
açıklamıştı. Buna göre Ecevit ve Demirel Hamzakoy'da,
Erbakan ise Uzunada'da gözetim altına alınmıştı.
Alparslan Türkeş, darbenin muhtevasının netliğe
kavuşmasını bekleyerek üç gün süreyle teslim olmadı.
Onun bu üç günü, Ankara'da Halil Şıvgın'ın evinde
geçirdiği daha sonra ortaya çıkacaktır. Alparslan
Türkeş'in bu hareketi, bazı basın yayın organlarınca
çarpıtılarak, askerlerin kendisine yardımcı olduğu ve
yurt dışına kaçtığı şeklinde duyuruldu. Hâlbuki o üç gün
sonra kaçmadığını, kendiliğinden teslim olarak
gösterdiği gibi 12 Eylül'ün en mağdur ettiği lider
olduğu da MHPDavası'nda ortaya çıktı. İzmir
yakınlarındaki Uzunada'ya gönderilen Alparslan Türkeş,
bir ay sonraAnkara'ya getirilip, ilk sorgusundan
sonra tutuklanacaktır. Çünkü askerî savcı
Türkeş'in birtakımeylemlere karıştığını iddia ederek,
yargılanmasını talep etmiştir. Ankara'ya getirilen
Türkeş, bir müddetceza evi hâline getirilen Ordu Dil
Okulu'nda tutuklu kaldıktan sonra, uzun yıllarının
geçeceği MamakAskerî Tutukevi'ne nakledilir.
12 Eylül'ün
Türkeş ve ülkücülere kurduğu tezgâh artık resmen
işlemeye başlamıştır. AralarındaAlparslan Türkeş
ve MHP yöneticilerinin bulunduğu 587 kişi, "MHP ve
Ülkücü Kuruluşlar" davasındaidam talebiyle
yargılanma(ma)ya tâbi tutulmuşlardır. Mamak Askerî
Cezaevinin C 5 işkencehanelerindeyıllarca süren
sorgular, mesnetsiz suçlamalar ile bu dönem, ülkücü
gençliğin unutamayacağı veaffedemeyeceği bir dönem
olacaktır. Savcı Nurettin Soyer tarihe utanç vesikası
olarak geçmiş olan iddianamesinde, başta Alparslan
Türkeş olmak üzere pek çok ülkücünün "146/1" yani
"idam"lacezalandırılmasını talep etmekteydi.
Savcı, Alparslan Türkeş'in idamını istediği
"iddianame"de suç delili olarak şunları öne
sürmekteydi.
"(Alparslan Türkeş), İktidarı ele geçirmek için
siyasî parti içinde yer alarak genel başkanlığa
kadaryükselmiş, bir yandan Anayasa ve yasalar
çerçevesinde tanıtma, propaganda, seçmen
toplamakişlemlerini yürütürken, bir yandan da, yönetimi
ele geçirip yukarıda belirtilen düşünceleri yönünde
birdevlet düzeni getirmeyi amaçlamış, bu amaç uğruna
kurduğu örgütlenmeyle Türkiye ahalisini birbirialeyhine
toplu kıyıma götürmüştür. Bunun için MHP, MHP Gençlik
Kolları, Ülkücü Dernekler, Ülkücü Meslek Teşekkülleri ve
bazı mahalle, okul ve yurtlarda vatandaşlar arasında
merkeziyetçi, yukarıdanaşağıya kademeleşmiş, otoriter,
organize bir teşkilâtlanmaya gitmiştir...
(Toplu kıyım(!) amacıyla; 1980 Temmuz ayı
içerisinde Yılma Durak ve Celâl Adan ile
konuşurkenDİSK'in komünist hareketin kaynağı olduğunu
söylemiş), "konuşma bitip kalkarken elini yatay
birşekilde ot biçer gibi yaparak" DİSK Başkanı Kemal
Türkler'in yokedilmesini emretmiş(!)..."
Kılıfı
önceden hazırlanmış, ima ve düşüncelere dayalı bu iddia
savcının maksat ve niyetini göstermesibakımından ilgi
çekicidir. 27 Mayıs Davası'nda mahkeme başkanının "Ne
yapayım sizi buraya gönderengüç böyle istiyor" demesi
gibi, 12 Eylül mahkemelerindeki iddialar da Türkeş ve
ülkücülere "sisteminintikamı"nı hatırlatıyordu. Ancak
Soyer, verdiği örneklerle kendi kimliğini de ortaya
koymaktaydı. Onagöre "sağ, tutuculuk ve gericilik ile eş
anlamda" iken "ülkemizdeki sol düşünce 1968'den bu yana
UzakDoğu ve Güney Amerika'daki kurtuluş savaşlarının
etkisi altında kalarak... tam bağımsız ve demokratik bir
Türkiye sloganıyla" ortaya çıkmıştı Alparslan Türkeş, bu
tarafgir iddiaya, bütün olumsuz şartlara rağmen,
şiddetle karşı koydu. Onun 14Ekim 1981'de yaptığı uzun
savunmada ilk söylediği "Bu iddianame baştan aşağı yalan
ve iftiradanibarettir. Benim bütün hayatım, demeçlerim,
konuşmalarım, icraatım bu iddialara baştan
aşağıyareddiyeden ibarettir" olmuştur.
Türkeş'in bu konuşmayı yapmasından iki gün
sonra Evren'in emriyle bütün siyasî partiler
kapatılarakmal varlıklarına "kayyum" vasıtasıyla el
konulmuştur. Böylece diğer partiler gibi MHP de,
henüzmahkemeler bir karar vermeden suçlu bulunarak
siyasî faaliyetlerden men edilmiş oluyordu. Türkeş
12Eylül'ü, işkenceleri ve mahkemeleri tarihin
süzgecinden geçirerek şöyle anlatacaktır:
"12 Eylül
1980 sonrası MHP genel merkez binalarında yapılan
aramalarda, şahsımın ve bütün partiyöneticilerinin
"Türkiye'de katliam yaptıklarını gösteren deliller
bulunduğu" ileri sürülerek, aramalarınhemen ikinci
gününden soruşturma başlatıldı. Ayrıca benim ve diğer
parti yöneticileri hakkındasoruşturma yapılabilmesini
temin bakımından Millî Güvenlik Konseyi tarafından özel
bir kanunçıkarılmıştır. Keza, iddianamede de açıkça
kaydedildiği üzere, belirtilen suçtan
soruşturmayabaşlanması için kanunen şart koşulmuş olan
soruşturma emri, MGK tarafından verilmiştir.
Hazırlık
tahkikatı neticesinde yaptırıldığı ileri sürülen
katliamların faşist bir devlet düzeni kurmakamacıyla
gerçekleştirildiği iddiasıyla haklarımızda idam cezası
talebiyle dava açıldı.Bu iddianamede MHP'nin bir silâhlı
çeteye dönüştüğü ileri sürülerek diğer bütün parti
yöneticilerinin deidam ile cezalandırılması talep
edilmekteydi. Bu iddiaların yanında şahsımın, DİSK genel
başkanı olduğuiçin Kemal Türkler ve Adana Emniyet Müdürü
Cevat Yurdakul'un öldürülmeleri olayında azmettiren
sıfatıile sorumluluğum bulunduğu da iddia
edilmekteydi.
Gerçek dışı
oldukları daha ilk bakışta anlaşılabilecek, o zamanki
delillere göre bile ileri sürülmesimümkün olmayan böyle
bir ithamla suçlanmış olmam yüzünden 5 yıla yakın süre
tutuklu kaldım.Yıllarca süren yargılama sonunda "Faşist
bir düşünce yapısına sahip olup böyle bir devlet
düzenikurdurmak için katliamlar yaptırıldığı"
suçlamasının gerçek dışı olduğu bizzat iddia makamı
tarafındankabul edilmiştir."
"Esas
hakkındaki mütalâada hakkımızda beraat kararı
verilmesinin talep edilmesi gerekirken, o günekadar
kimse tarafından farkına bile varılmamış, hatta
hasımlarımız tarafından bugüne kadar bir
siyasîsuçlama olarak dahi ileri sürülememiş
yepyeni bir isnatta bulunulmuştur. İlmî gerçeklere.
İslâm dininintemel kurallarına ve dosyada mevcut
delillere son derece aykırı bu suçlamada, lâiklik
ilkesine aykırıAnayasa dışı bir düzeni cihat ilân ederek
gerçekleştirmeye teşebbüs ettiğimiz ileri
sürülmekteydi".İşkence zoru ile alınan polis ifadelerine
rağmen, şahsının hiçbir anarşik olayla ilgisinin
olmadığınınaçıkça ortaya çıktığını belirten Türkeş,
savunduğu fikirlerin Anayasa'ya aykırı olmamasına
rağmenmahkûmiyeti yoluna gidildiğini ifade
etti.
Lideri
bulunduğu siyasî partinin silâhlı çeteye dönüştüğü
iddiasına ve bütün yöneticilerinin idamınınistenmesine
rağmen, sadece kendisine ceza verilerek, diğer parti
yöneticilerinin "beraat " etmelerini"çok manidar" bulan
Türkeş :
"Yargılama
boyunca, suç teşkil edecek, kanun dışı mahiyeti haiz
hiçbir fikrim ve fiilimin bulunmadığıgörülmüştür. Buna
rağmen, sadece antikomünist fikirlerim yüzünden amme
nizami için şahsımıntehlikeli kabul edilmesi sonucunu
doğuran bir hükme maruz kalmam kanun ve usule aykırıdır.
Bumahkûmiyet kararının hukuk düzenimiz, İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi, Birleşmiş Milletler Anayasası
veyüksek mahkeme kararlarına aykırı olduğu son derece
açıktır.
Bu mahkûmiyet hükmü, tarafsızolmadığını
hakkımızda peşin kanaatler taşıdığını delilleri ile
ortaya koyduğumuz hâkimlerin bulunduğu birheyetçe
verilmiş olmakla da gerek kamu vicdanında gerekse,
gerekse yüksek mahkeme nezdinde tasvipgörmeyeceğine
inandığım karardır. Kaldı ki, bahse konu hâkimler,
duruşmalar sırasında bizzat kendiağızlarından
verecekleri kararın millet tarafından kuşku ile
karşılanacağını, bunun da adalete gölgedüşüreceğini
beyan ederek hâkimlikten çekilmişlerdir.
Kendilerinin sağlıklı bir karar varmadan ve
davayıgörmede kuşkuya kapıldıklarını belirten hâkimlerin
kendileri ile ilgili bu değerlendirmelerinin ne
kadardoğru ve isabetli olduğu verilen mahkumiyet kararı
ile ortaya çıkmıştır." dedi.
12 Eylül
mahkemeleri zulmün, işkencenin ve adaletsizliğin birer
canlı örneği olarak daimahatırlanacaktır. Ülkücülere,
Türk milliyetçilerine karşı kasıtlı olarak düşmanlıkla
ve ön yargıyla hareketedildiğini ifade ederek, şunları
söyledi:
"Türk
milliyetçilerini suçlu gösterebilmek için özel gayret
gösterilmiştir. Ülkücü hareketi lekelemek amacıyla
ne gerekiyorsa yapılmıştır. Bunları gerçekleştirebilmek
içinMamak'ta C-5 adı verilen bir baraka özel sorgulama
yeri olarak kullanılmıştır. Sıkıyönetim Savcısımeşhur
Nurettin Soyer, Pol-Der'li polislerden oluşturduğu ve
yine Zeki Kaman'ın işkenceci ekiple, C-5isimli bu
barakada MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanıklarına
akla hayale gelmeyecek işkenceleri,kendisi de bizzat
katılarak yapmıştır. Sanıklar ısıtılmış çelik dolaplarda
Filistin askısına asılmış,çırılçıplak bırakılıp elektrik
verilmiş, tenlerinde sigara söndürülmüş ve daha akla
hayale gelmeyecekbirçok işkenceler yapılmıştır. Hatta bu
işkenceleri sanıkların anaları, babaları, eşleri, kız
kardeşleri,ağabeyleri, çocukları önünde yaparak tehditte
bulunmuşlardır."
Ülkücüleri
ve MHP'yi suçlu göstermek için bu şekilde alınan
ifadelerle soruşturma başlatılmış, tam birtedhiş havası
estirilmiş, keyfî tutuklamalar yapılmıştır.
"MHP
Genel İdare Kurulu, başta genel başkanları ben olmak
üzere, Türkiye ahalisini ülkücü vekomünist olarak
ikiye bölüp birbirleri aleyhine katliama teşvik etmekle
suçlanarak tutuklandık.Mahkemeye çıkartıldığımızda,
yabancı ideolojiye sapmış olan hâkimin huzurunda
tutuklanmamızınhaksız olduğunu, serbest bırakılmamız
gerektiğini söylediğimiz hâlde bu yapılmadı. Zaten ön
yargılı olanhâkim, bizim Türkiye ahalisini ülkücü ve
komünist diye ikiye böldüğümüzü ve birbirleri aleyhine
katliamateşvik ettiğimizi gösteren deliller bulunduğunu
ileri sürerek tutuklanmamıza karar verdi.
Hâlbuki savcı, hazırlık tahkikatı
sonucunda, aleyhimizdeki Türkiye ahalisini ülkücü ve
komünist diyeikiye bölmek ve katliama azmettirmek
iddiasını değil, Anayasayı cebir yoluyla değiştirmeye
kalkışarakfaşist devlet kurmak istediğimiz suçlaması
ortaya sürdü ve dava açtı. Böylece tutuklama kararı
vesebebi terk ediliyordu. Hiçbir mesnedi bulunmayan ve
tamamen uydurma olan faşist devlet kurmakamacıyla
Anayasayı cebren değiştirmeye teşebbüs suçundan
hakkımızda idam talebiyle dava açıldı.Yedi yıl süren
mahkemenin sonunda Savcı suçlamasını yine değiştirdi.
Faşist devlet suçlamasından davazgeçip, mütalâasını
lâikliğe aykırı, İslâmî esaslara dayalı şer'i
devlet kurmak için Anayasayı cebiryoluyla değiştirmeye
teşebbüs ettiğimiz iddiasına dayandırdı. Yani savcı
suçlamasını sürekli değiştiriyor,ancak talep ettiği ceza
hep aynı kalıyordu: İdam, Sonuçta mahkeme bunların
hiçbirini de yerindebulmayıp suç işlemek amacıyla
teşekkül oluşturmak suçundan kaç sene tutuklu kalmışsak
ona göre birceza tasarlayıp mahkûm etti. Bunların hepsi
de 12 Eylül'ün Türk milletine karşı taşıdığı
düşmanzihniyetini ortaya seriyor."
Türk Ceza
Kanunu'nun 313. maddesinin değiştirilmesiyle MHP ve
Ülkücü Kuruluşlar Davası'nındüşeceği yorumları
yetmez. "Aslında Türkiye'de gerçek adalet, adil hâkim
var ise derhâl bu davadan yargılananlara beraat
kararıvermeli. Devletini yaşatmak, vatanını sevmekten
başka suçu olmayan, vatanın ve devletin bütünlüğü
içinçalışan insanların suçsuzluğunun ilân edilmesini
istemek en tabiî hakkımızdır".
"Memleketimizin şerefi, adalet
tarihimizin lekelenmemesi, hukukun bir parça da olsa
yerini bulmasıbakımından, beraat kararı mutlaka
verilmelidir. Ancak bu arada Türkiye'de birçok
değişmeler vegelişmeler olmaktadır. 141. 142. ve
143. maddeler kaldırılmış, Barış Derneği ve DİSK
Davası gibikomünistler hakkında açılan davalar arka
arkaya düşmüştür. Buna göre bizim davamızın da
düşmesigerekiyordu. Ancak daha önce de söylediğim gibi,
bizim asıl beklediğimiz, adalet tarihininlekelenmemesi,
vatansever insanların haklarının bir ölçüde teslim
edilebilmesi için hakkımızda bugünekadar yapılan
işlemlerin haksız olduğunu mahkeme kararı ile ortaya
konması gerekmektedir. Bunuyapabilecek olan hâkimler,
Türkiye'ye çok büyük hizmet etmiş olacaklardır. Çünkü
Türk adaletilekelenmekten kurtulacaktır."
Gerçekten
de "Asrın Davası" olarak değerlendirilen bu davada,
Alparslan Türkeş'in açıklıkla belirttiği gibi,bütün
hukuk kuralları gözardı edilerek, tamamen siyasî
hükümler geçerli kılınmıştır. 587 sanıklı davada,hemen
her sanık C-5 işkencelerinden geçirilmiş ve hayâli
suçları "itiraf" edip, imzalamaları için insanlıkdışı
muamelelere tâbi tutulmuşlardır. MHP avukatları, parti
üst yöneticilerinden sıradan vatandaşlarakadar,
işkenceye uğrayanları, doktor raporları ile tespit
ettirip, zabıtlara bu tespitleri geçirmelerinerağmen,
mahkeme bu konuda herhangi bir işlem
yapmamıştır.
Orhan Çakıroğlu, Yılma Durak, Mustafa
Dikici, Aydın Esi, Nuri Demiryürek ve Celâl Adan gibi
pek çokmağdur kendilerine yapılan işkenceleri raporlarla
teyit ettirmişlerdir. Ne yazık ki, Ankara'da Bekir
Bağ,Malatya'da Aydın Demirkol ve Mehmet Kazgan, tutuklu
bulundukları sırada ağır işkenceleredayanamayarak şehit
olmuşlardır. Eski MHP'li bakanlardan ve şimdi ANAP
kadrolarında yer tutan AgâhOktay Güner, işkence
yıllarını şöyle kaleme almıştır:"Mamak, yalnızca soğuk,
çıplak acı hatıralar yumağı, bir tutuk ve ceza evinin
adı değil, yarın dünyaişkence tarihi yazıldığı zaman
dünya birincisi olmasa bile ikinciliği kesin olan,
insanı eriten, insanıhaysiyetsiz kılmak için yaratılmış
çilehanenin adıdır... 12 Eylül'den sonra, biz
milletvekilleri ve nazarboncuğu gibi tek senatör Ömer
Naci Bozkurt "Dil Okulu'ndan Mamak'a gidip gelen İhsan
Kabadayı'nınsüngü tehdidiyle nasıl oturup kalkmaya
zorlandığını, nasıl hakarete uğratıldığını ve yiğitçe
göğsünü açıp"Süngüleyin! Amma şerefimizle oynamanıza
müsaade etmem!" diye kükrediğini çok iyi
biliyorum...
Birkaç ay
sonra milletvekili olmayan arkadaşlarımız anî bir emirle
Mamak'a nakledildiler. Yirmi dört saatsonra kırk yaşını
aşmış olanlar geri gönderildi. Bunlar "hoş geldiniz"
işkencesinden nasip almışlardı.Saçları üç numara
kesilmiş, meşhur kafese konulmuşlar, ıslak beton zemin
üzerinde cop altında"otur!..kalk!" talimini yapmışlardı.
Harp Okulu eski tarih öğretmeni Dr.Tahsin Ünal'ı, hele
AhmetKaraca'yı âdeta tanıyamamıştık. Dört ay sonra
arkadaşlarımız geri geldiler ama, bir Taha Akyol'u
fizikîvarlık olarak teşhiste çok güçlük çektik.
Arkadaşlarımızdan dinlediklerimiz, duruşmalar sırasında
Mamak'a gidince gördüklerimiz, işkencezihniyetlilerin
soylarına yetecek bir utançtır." Uzuvlara elektrik
vermek, ıslak zeminde çıplak bırakıpcoplamak, Filistin
askısına almak, iffet ve namusa el uzatmak vs. gibi
maddi ve manevi insanlık dışıişkenceler Mamak'ın
gündelik uygulamaları hâline gelmişti. O.Ç. maruz
kaldığı işkenceyi davadosyasında şöyle belirtiyordu:
"Saçlarımız ve sakallarımız devamlı yolunuyor.
Tırnaklarım bir şeyleçekiliyor. Sorulan soruları
bilmediğimi söylediğim zaman şiddetini artırıyorlar
işkenceden bayılıyorsunuz,
ayılıp tekrar işkenceye
tâbi tutuluyorum. Kaçıncı kez bayıldığımı
hatırlamıyorum. Dayaktan altınızapislemek zorunda
kalınca pisliğinizi elindeki sopayla yemeye
zorlanıyorsunuz, kısacası yiyorsunuz.
İstediklerinizi cevaplamıyorsanız, anüsünüze cop
sokma işlemi başlıyor. Sonra da ıssız bir yere
götürüpelindeki silâhın ağzına mermiler sürüyorlar,
ölümle tehdit ediyorlar. Ananıza, ailenize, bacınıza,
tümkutsal saydığınız değerlere galiz küfürler
ediyorlar" Zeki Kaman gibi eski Pol-Der'li veya
Marksistpolisler, MHP Davası sanıklarına buna benzer
yüzlerce işkence uygulamışlardı.
İşte bu
şartlar altında MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası 2168 gün
sonra tamamlandı. Alparslan Türkeş,4. Kolordu
Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi tarafından, 11
yıl 1 ay ve 10 gün hapis cezasınaçarptırılırken, MHP üst
yönetiminde görev alanların tamamı beraat etti.
Yani parti olarak MHP aklanırken, genel başkanı Türkeş
suçlu bulunmuştu(!). Türkeş hapis cezasınınyanı sıra,
Ankara'da sürekli gözetim altında tutulma ve ömür boyu
kamu hizmetlerinden mahrumiyetcezasına da çarptırıldı.
Türkeş, asıl suç unsuru sayılan fiillerden, yani Türkler
ve Yurdakul davalarındanberaat ettirilirken, TCK'nın
313'üncü maddesinden suçlu bulunmuştu. Yani ortada
olmayan bir cürümdensuçlanmıştı. Ceza ise Türkeş'in ceza
evinde yattığı 5 yıla tekabül etmekteydi. Dolayısıyla
infaz yasasınagöre, aldığı ceza, 1 gün eksiği ile,
yattığı süreyi karşılamaktaydı. 12 Eylül hukuku, böyle
adil (!) birkararla, ömrünün en zor yıllarını, haksız
yere hapiste geçiren Türkeş'e suç uydurmuş oluyordu.
Tabiî kiAlparslan Türkeş'in bu karara tepkisi olacaktır.
Çünkü bu kararda asıl amaç, onun Türk milletine
hizmetetmesini, siyasî yasaklarla, önlemek idi.
Alparslan Türkeş, "Ben siyasî yaşamıma devam
edeceğim.Buna kimse engel olamayacak. Çünkü hukuk
devletinde hukuka aykırı işlemler yapıldı" diyerekhaklı
mücadelesini sürdürmüş ve tarih sözünü
gerçekleştirdiğine şahitlik etmiştir. Ceza
evlerininolumsuz şartlarına birkaç kez yorgun
bedenî teslim olmuş ve kalbi zayıf düşmüş olmasına
rağmenTürkeş mücadeleden yılmamış, hürriyetine kavuştuğu
gün sıfırdan siyasî mücadelesine devam
etmiştir.
12 Eylül
yönetimi, partileri kapattıktan sonra, emekli deniz
kuvvetleri komutanı Bülent Ulusu'yu hükûmetkurmakla
görevlendirmiş, 1982 yılında hazırlanan yeni Anayasa, o
dönemin şartları içerisinde halkıntasvibini alarak
yürürlüğe girmiş ve Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı bu
referandum ile resmîleşmişti.Bu Anayasa ile eski parti
yöneticileri siyasî yasaklı kavramına alınmış ve
neticede "icazetli" partilerinkatılacağı 1983
seçimlerine gelinmiştir. Konsey'in desteklediği Turgut
Sunalp'ın MDP'si ve NecdetCalp'in HP'si ile 24 Ocak
kararlarının mimarı Turgut Özal'ın başındaki ANAP bu
seçimlere girmiş, halk,12 Eylül'e bir nevî tepki
duygusuyla, ANAP'ı %45'lik bir oranla tek başına iktidar
yapmıştır. Seçimlerekendi partileriyle katılamayan
milliyetçi-muhafazakâr kesimler, tepkilerini ANAP'ı
destekleyerekgöstermişlerdir. 1987 yılında yapılan
referandum ile "siyasî yasaklar"ın kaldırılması üzerine,
ihtilâlcilerinartık siyaset sahnesine dönmeyeceğini
sandığı Alparslan Türkeş, sıfırdan başlayarak kollarını
sıvıyordu.
O yıllarda
henüz çok zayıf olan Milliyetçi Çalışma Partisi'nin
(MÇP) başına geçen Alparslan Türkeş, hertürlü zorluğa,
yokluğa, imkânsızlığa, engellemeye hatta ihanete
aldırmaksızın yolunda ilerleyecektir.Tarih onu bir kez
daha haklı çıkarmış oluyordu.